Tarih Bilinci
Yunan ve Doğu Medeniyetleri
üzerine önde gelen tarihçilerden olan Arnold Toynbee, (1889-1975)
yarım yüzyıldan uzun bir süre Londra’daki Uluslararası İlişkiler Kraliyet
Enstitüsü Çalışmaları Müdürü olarak görev yaptı.
Kendisi de bir tarihçi ve
yazar olan D. C. Somervell’in özetleyerek satışa sunduğu Tarih
Bilinci adlı eserinin ilk üç cildi 1934’te ortaya çıktı ve son derece
popüler oldu.
Toynbee’nin eserinin, tarih
felsefesi, metafizik hatta ilahiyat muhtevası bakımından Aziz Augustine, Vico,
Buckle ve Spengler’in çalışmalarına eşdeğer olduğu söylenir.
“Mr. Toynbee’nin araştırmaları; (…) Aziz Augustine,
Vico, Buckle ve Spengler’inki gibi eserlerin arasına aittir,” der Crane
Brinton.
Bu, hikâyeci bir tarih değil, bir tarih felsefesi,
metafizik hatta ilahiyattır.
Mevcut amacımız açısından, yaşayan uygarlıklardan
bizimki dışında hepsinin çoktan çökmüş ve çözülme sürecinde olduğunu
gözlemlemek yeterlidir.
Peki ya bizim Batı Uygarlığı?
Açıkçası, o henüz evrensel bir aşamaya gelmedi.
Fakat daha önceki bölümlerden birinde, evrensel
aşamanın artık dağılmada ilk basamak değil, son basamak olduğunu öğrenmiştik.
Bunun ardından “fetret devri” dediğimiz bir ara dönem
gelir, öncesinde ise birkaç yüzyıl sürecek olan “sıkıntı zamanları” vardır
Eğer biz, neslimizde, çağımıza ilişkin kendi
fikrimizin tamamen öznel kıstaslarıyla kendimizin yargılanmasına izin
verseydik, en iyi hâkimler, muhtemelen, “sıkıntılı zamanlarımızın” hiç şüphesiz
üzerimize hücum etmiş olduğu ilân ederlerdi.
Peki, öyleyse uygarlıkların çökmesine yol açan nedir?
Tarihin ilgili somut gerçeklerini sıralamayı içeren
kendi yöntemimizi uygulamadan önce, çözümlerin kanıtını ararken daha yükseğe
çıkan ve kanıt olarak ispatlanamaz dogmalara ya da insanlık tarihi alanının
dışında kalan diğer şeylere dayanan problemin kesin çözümlerini gözden geçirsek
iyi olur.
İnsanların kalıcı zaaflarından biri, kendi hatalarını
tamamen kendi kontrolü dışındaki güçlere bağlamaktır.
Bu ruhsal
manevra, gerileme ve çöküş zamanlarında özellikle hassas zihinlere çekici
gelir.
Yunan medeniyetinin gerileme ve çöküşünde birçok
filozofun öğretisinin; sosyal parçalanmayı, üzüldükleri fakat durduramadıkları
“Kozmik ihtiyarlığın” her alana yayılmış saldırısının tesadüfi ve kaçınılmaz
etkisi olarak açıklaması onların ortak özellikleriydi.
Bu, eski Yunanistan’ın zor günlerinin son kuşağında
Lucretius’un felsefesiydi ve aynı tema, 300 yıl sonra Yunan evrensel devleti
çözülmeye başladığında, batı kilisesinin rahiplerinden biri, Aziz Cyprian
tarafından yazılmış münazara eserinde yinelendi.
Aziz Cyprian şöyle der: “Zamanın ihtiyarladığından
haberdar olmalısınız.
Onu ayakta tutan canlılık ya da güçlendiren coşku ve
dayanıklılık artık yok.
(…) Yeryüzünde
tohumları besleyen kış yağmurlarında ve hasatı olgunlaştıran yaz sıcaklarında
azalma var.”
(…) Dünyada doğruluğuna kanaat getirilen bir söz
vardır: Var olanın ölmesi, büyüyenin yaşlanması Tanrı’nın bir kanunudur.”
Bununla birlikte, medeniyetlerin çöküşlerini, kaderci
ya da determinist açıdan savunan günümüz Batısı, bütün fiziksel evrenin
kaderini bu insani kurumların kaderi ile bağlamaya çalışmaz.
Bunun yerine, bu gezegen üzerindeki bütün yaşam
krallığının üzerinde yargı yetkisi ilan ettikleri, daha kısa bir dalga boyuna
sahip ihtiyarlama ve ölüm kanununa sıcak bakarlar.
Metodu, bir metafor oluşturup daha sonra bu metafor,
görülmüş bir olaya dayanan bir kanunmuş gibi bundan yola çıkarak tartışma
başlatmak olan Spengler, tüm uygarlıkların tıpkı insanlar gibi birbirini
izleyen devirlerden geçtiğini belirtir; fakat bu konudaki belagati, hiçbir
şekilde delil olamamıştır.
Zaten toplumların yaşayan organizmalar olmadığını daha
önce de belirtmiştik.
Öznel açıdan toplumlar, tarihi araştırmanın anlaşılır
alanlarıdır.
Nesnel açıdan, bir grup bireysel insanın saygın
faaliyet alanıdır ki bu insanlar, kendileri birer yaşayan organizma olan, fakat
kendi gölgelerinin kesişiminin dışında kendi suretlerinde bir devi hayalinde
canlandıramayıp bu gerçek dışı gövdeye kendi hayatlarının nefesini üfleyemeyen
kişilerdir.
Bir toplumun ‘üyelerini’ oluşturan bütün insanların
bireysel enerjileri, o toplumun, müddeti de dahil olmak üzere, tarihini
düzenleyen hayati güçlerdir.
Dogmatik bir şekilde, her toplumun kaderde belirlenmiş
bir yaşam süresi olduğunu söylemek, her oyunda şu kadar perde olmalı demek
kadar aptalcadır.
Çöküşün, her medeniyetin biyolojik yaşam süresinin
sonuna yaklaştığı zaman meydana geldiği teorisini reddedebiliriz; çünkü
medeniyetler, biyolojik kanunlarının konusu olmayan bir türün varlıklarıdır.
Fakat her nedense açıklanmayan, başka bir teori daha
söz konusudur.
Bu teori; karşılıklı ilişkileri esrarengiz bir şekilde
bir medeniyet meydana getiren bireylerin biyolojik niteliklerinin, belirli ya
da belirsiz sayıdaki birkaç nesil sonra azaldığını, aslında medeniyet
tecrübesinin, uzun vadede, tedavi edilemez derecede disjenik olduğunu öne
sürmektedir.
Artık, medeniyetlerin çöküşüne ilişkin üç determinist
açıklamayı ortadan kaldırdık: çöküşlerin Evrenin saatinin ilerlemesinden ya da
yeryüzünün yaşlanmasından kaynaklandığı teorisi; medeniyetlerin de yaşayan bir
organizma gibi yaşam sürelerinin olmasına dayanan, bu yaşam süresinin doğanın
biyolojik kanunları tarafından belirlenmiş olduğu teorisi ve çöküşün, ‘medeni’
atalarının çok uzun bir hikâyesini barındıran soyağaçlarının bir sonucu olarak,
bir medeniyete katılımda bulunan bireylerin niteliğindeki bozulmadan ileri
geldiği iddiasındaki teori.
Yine de, genellikle “döngüsel tarih teorisi” olarak
adlandırılan son bir hipotezi daha değerlendirmeliyiz.
Bu döngü teorisinin insanoğlunun tarihindeki icadı
-İ.Ö. Sekizinci ve Altıncı yüzyıllar arasındaki bir zamanda Babil toplumunda-
sansasyonel astronomik keşiflerin doğal bir sonucuydu.
Bu bilinen meşhur üç döngü,- gündüz-ve-gece, kameri ay
(yirmi sekiz gün) ve güneş yılı- gök cisimlerinin hareketlerindeki periyodik
tekrarın tek örnekleri değildi.
Dünya, ay ve güneşi olduğu gibi bütün gezegenleri
kapsayan daha büyük bir gök hareketleri koordinasyonu vardı.
Bu semavi koronun ahengiyle gerçekleştirilen
“gökyüzünün müziği”, güneş yılını gölgede bırakan muhteşem bir döngüde, tam bir
daire çizerdi.
Sonuç olarak, açıkça güneşin döngüsü tarafından idare
edilen bitkilerin yıllık doğum ve ölümü, kozmik döngünün zaman cetvelinde her
şeyin tekrar tekrar doğumu ve ölümünde karşılığını bulmuştur.
Mantık, yıldızların iddia edilen etkisinden bağımsız
olarak, insanlık tarihinin döngüsel hareketine inanmamızı kısıtlar mı?
Bu Araştırma süresince, biz kendimizi böyle bir
varsayım için yüreklendirmedik mi?
Yin Yang, Meydan okuma ve Tepki (Cevap verme), Çekilme
ve Geri dönme, Ayrılma ve Birleşme gibi hareketlerden hangilerine açıklık
getirdik?
Bunlar, tarihin kendini tekrarladığı klişesinin
çeşitlemeleri değil midir?
Kesinlikle, insanlık tarihinin ağını ören bütün bu
güçlerin hareketinde, açıkça tekerrür unsuru bulunmaktadır.
Fakat zamanın dokuma tezgâhında aralıksız bir şekilde
ileri ve geri hareket eden bir mekik, bütün bu zaman içinde, aynı yapının
sonsuz tekrarını değil gelişmekte olan bir deseni içeren bir halı meydana
getirmektedir.
Bunu da defalarca görmüştük.
Tekerlek metaforu, ilerlemeyle eş zamanlı bir
yinelenme resmi içerir.
Tekerleğin hareketi, hiç kuşkusuz, kendi aksına bağlı
olarak tekrarlayan bir harekettir, fakat tekerlek, sadece parçası olduğu bir
araca hareketlilik sağlamak adına yapılmış ve aksa sabitlenmiştir.
Ve tekerleğin varoluş sebebi olan aracın, ancak
tekerleğin aksı etrafındaki hareketi sayesinde yürüdüğü gerçeği, o aracın tıpkı
bir atlıkarınca gibi dairesel bir hatta seyahat etmesini gerektirmez.
Ritim ile kastettiğimiz şey, belki de bu iki farklı
hareketin –tekrarlanan küçük bir hareketin kanatlarında doğmuş, tek yönlü büyük
hareket- uyumudur.
Güçlerin bu oyunu, sadece taşıtların çekim gücünde ve
modern makinelerde değil, aynı şekilde hayatın organik ritminde de fark
edilebilir.
Bu nedenle, uygarlık sürecinin analizinde periyodik
olarak tekrarlayan hareketlerin belirlenmesi, sürecin kendisinin de döngüsel
olduğu anlamına gelmez.
Tam tersine, bu küçük çaplı hareketlerin periyodik
olarak tekrarlanmasından mantıklı bir sonuç çıkartılabilirse, sebep olunan
büyük çaplı hareketin tekrarlıdan ziyade ilerleyici olduğu sonucuna
varabiliriz.
İnsanlık; (işkence) tekerleğine sonsuza dek bağlı bir
Ixion ya da taşını sonsuza dek aynı dağın zirvesine kadar çıkartıp çaresizce
tekrar aşağı yuvarlanışını seyredecek Sisyphus değil.
Bu; etrafımızda yaralı uygarlıklar dışında kimse
olmaksızın yalnız başımıza sürüklendiğimiz şu günlerde, bizim gibi Batı
uygarlığının çocukları için yüreklendirici bir mesajdır.
Eşitlikçi ölüm, soğuk ellerini uygarlığımızın üstüne
koymuş olabilir.
Fakat hiçbir şiddetli ihtiyaçlar ile karşılaşmış
değiliz.
Ölü uygarlıklar, kaderin ya da ‘doğanın işleyişinin’
bir sonucu olarak ölmemiştir.
Öyleyse yaşayan uygarlıklarımız, ileride, kendi
türünün ‘çoğunluğuna katılmaya’ mahkûm değildir.
Bildiğimiz on altı uygarlık, çoktan yok olmuş ve
dokuzu da yok olma aşamasında olsa da, biz, yani kalan yirmi altı uygarlık,
kader bilmecemizin istatistiklerin kör hükümlerine bırakılmasına boyun eğmek
zorunda değiliz.
Yaratıcı gücün ilahi kıvılcımı, içimizde hâlâ canlıysa
ve eğer onu alevlendirme hevesimiz varsa, o zaman kendi rotalarındaki
yıldızlar, insan azminin amacına ulaşma çabalarını bozguna uğratamazlar.
Uygarlıkların
Parçalanması
Bu değerlendirme ve karşılaştırmalar, bizim şimdiden
sıkıntılı zamanlarımızın ileri safhalarında olduğumuzu gösterir.
Yakın geçmişimizde bizim için en açık ve belirgin
zorluğun ne olduğu sorusunun cevabı -bu çalışmanın daha önceki bir bölümünde
işaret edildiği üzere- şu şekildedir: Demokrasi ve sanayileşmenin son
zamanlarda serbest kalan güçlerinin meydana getirdiği enerjilerin müşterek
tahrikiyle dayatılmış, ulusalcı, her iki taraf için de yıkıcı savaşlar.
Bu felaketin başlangıcına, 18. yüzyılın sonunda
Fransız İhtilali savaşlarının patlak verdiği tarihi gösterebiliriz.
Fakat bahsi
geçen konuyu daha önce incelediğimizde, bizim Batı tarihimizin modern
bölümünde, bu şiddetli savaş döneminin, kendi türünün ilk değil ikinci örneği
olduğu gerçeğiyle karşılaşmıştık.
Daha önceki dönem, On Altıncı yüzyılın ortasından On
Yedinci yüzyılın ortasına kadar Batı Hıristiyanlık âlemini yıkıma uğratmış Din
Savaşları ile temsil edilmiştir.
Bu şiddetli savaşın iki dönemi arasına bir yüzyıl
girmiştir ve bu yüzyılda, savaş, nispeten hafif bir hastalık, demokratik ulusalcı
kanatın ya da dini mezheplerin fanatizmiyle alevlenmemiş ‘kralların sporu’ydu.
Böylece, bizim tarihimizde de zor zamanların tipik
düzenini anlamaya başlıyoruz: çöküş, toparlanma ve ikinci çöküş.
Sıkıntı zamanlarımıza denk gelen On Sekizinci yüzyıl
toparlanmasının, neden prematüre ve kısa ömürlü olduğunu fark edebiliriz.
Aydınlanma ile amacına ulaşılan hoşgörü;
Hıristiyanlığın inanç, umut ve hayır işleri gibi erdemlerine dayanmayan bir
hoşgörüydü; hayal kırıklığı, kaygı ve sinizm gibi şeytani hastalıklara dayanan
bir hoşgörüydü.
O, dini
gayretin zorlu başarısı değil, kendisinin hafifletilmesinin ucuz bir yan
ürünüydü.
Batı dünyasının, On Sekizinci yüzyıl aydınlanmasının
manevi yetersizliğinin sonucu olarak içine düştüğü savaşın ikinci ve hâlen
şiddetli dönemini öngörebilir miydik?
Eğer
geleceğimize bakmaya çalışıyorsak, kendimize şunu hatırlatarak başlayabiliriz:
Geçmişlerini bildiğimiz bütün uygarlıklar ölü ya da ölmekte olmasına rağmen,
bir uygarlık, daha önceden belirlenmiş bir yaşam eğrisini takip ettikten sonra
amansız kader tarafından ölmeye mahkûm edilmiş bir hayvan organizması gibi
değildir.
Şu zamana kadar var olan diğer bütün uygarlıkların
dahi, aslında bu yolu takip etmiş olduklarını kanıtlamaları gerekirse; bizi
sıkıntı zamanlarımızın tahammül edilemez yakıcı ateşinden, vakti gelince toza
ve küle dönüşmek üzere evrensel bir devletin yavaş ve sabit ateşine sıçramaya
mecbur eden, bilinen bir tarihi determinizm kanunu yoktur.
Aynı zamanda, diğer uygarlıkların tarihlerinden ve
doğanın yaşam sürecinden böyle örnekler, mevcut durumumuzun meşum ışığında
zorlu görünmek mecburiyetindedir.
Kendi başına bu bölüm, 1914-18 Dünya Savaşına tanıklık
etmiş olan okurlar için 1939-45 Dünya Savaşının başlamasının arifesinde
yazılmıştır.
Ve insan tarafından yine insan hayatını yok etmeye
yöneltilmiş atom enerjisinin yer aldığı bir bombanın icat edildiği ve
kullanıldığı iki dünya savaşının ikincisinin sona ermesinin hemen ardından,
yeniden basım için tekrar düzenlenmiştir.
İnanılmaz derecede artan bir eğimde, bu felaketi
andıran olayların çabuk çabuk geçişi, geleceğimize ilişkin karanlık bir şüpheyi
haber vermektedir ve bu şüphe, ruhani melekleri korumak için son derece zahmet
gerektiren kritik bir On Birinci saatte, inanç ve umudumuzu baltalamakla bizi
tehdit ediyor.
Üstesinden gelemeyeceğimiz bir meydan okumayla karşı
karşıyayız ve kaderimiz tepkimize bağlı.
Bir rüya gördüm; rüyamda paçavralara sarılı bir adam
vardı, belli bir yerde duruyor, yüzü evinden uzaklara dönük, elinde bir kitap
ve sırtında koca bir yük.
Baktım ve kitabı açtığını gördüm ve içinden bir şeyler
okuduğunu, okudukça ağladığını ve titrediğini ve içinde daha fazla tutamayarak,
yürekler acısı bir ağlamayla patladığını gördüm.
Şöyle haykırıyordu: “Ne yapmalıyım?”
Bunyan’ın Hıristiyan’ının bu kadar sıkıntılı olması
sebepsiz değildi.
Kesin duyum aldım (dedi o) ki, Semadan gelen bir
yangın şehrimizi yakacak, bu korku dolu yangında, eğer ulaştırıldığımız başka
bir çıkış yolu (ki henüz göremiyorum) bulunmazsa; ben, sen karım ve siz sevgili
bebeklerim, sefil bir halde mahvolacağız.
Bu meydan okumaya Hıristiyan nasıl bir tepki (ya da
cevap) verecek?
Kaçakmış gibi etrafına bakıp hangi yöne gideceğini
bilmediği için yerinde mi duracak?
Ya da kaçmaya başlayacak mı ve kaçarken, gözleri
parlayan ışığa kilitlenmiş ve ayakları uzaktaki küçük bir kapıya bağlı, hayatı
için ağlayacak mı?
“Hayat! Hayat!
Sonsuz Hayat!” Bu sorunun cevabı, hiç kimseye değil Hıristiyan’ın bizzat
kendisine bağlı olsaydı, insan doğasının tekdüzeliğine dair bilgimiz, bizi
Hıristiyan’ın yaklaşmakta olan kaderinin, kendi Yıkım Şehrinde Ölmek olduğunu
tahmine sevk edebilirdi.
Mitin klasik versiyonunda, karar saatinde hikâyenin
insan kahramanının tamamen kendi kaynaklarına bırakılmadığı anlatılmaktadır.
John Bunyan’a göre, Hıristiyan, Evanjelistlerle
karşılaştığında kurtarılmıştır.
Her ne kadar Tanrının doğasının İnsanoğlu’nunkinden
daha az durağan olduğu farz edilemese de, şunun için dua edebiliriz ve
etmeliyiz: Toplumumuza Tanrı tarafından verilen cezanın ertelenmesi için,
mütevazı bir ruhla ve de tövbekâr bir kalple tekrar yakardığımızda, duamız geri
çevrilmesin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder