23 Ocak 2023 Pazartesi

ÜTOPYALAR - 1

 ÜTOPYA VE GERÇEKLİK

 

Sosyalizm on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının üzerine bir ütopya
olarak çökmüştür.

Bu ifade, kesinlikle şu iki tepkiden birisine yol açar: ya kendini, insan iradesinin uçan halısından ziyade tarihsel gereksinimin sağlam vasıtasında daha güvende hissedenlerin kızgın protestolarına ya da dünyamızın, eşitliğe doğru yapılan sonuçsuz girişimler tarafından sık sık ziyaret edilmeseydi çok daha
mutlu bir yer olacağını düşünenlerin dostane gülümsemelerine.

Hem protestolar hem de gülümsemeler ‘ütopya’ kavramının kamu zihninde tortulaşan anlamınca, kısmen haklı çıkarılmaktan daha fazlasını elde etmiştir.

Ama benim kullanmayı önerdiğim anlam bu değildir.

Gündelik konuşmada oldukça sık karşımıza çıkan ‘ütopya’
kelimesinin bağlamı, bir fikri, bir projeyi, bir beklentiyi ‘sadece
ütopya’ olarak ayıplama ifadesidir.

Bu ifade tartışmanın sonunu işaretler, başını değil.

Birileri hâlâ, bu hükmün özel bir durumda uygulanıp uygulanamayacağına emin olmak için münakaşayı devam ettirebilir, ancak uygulanabilse bile, söz konusu fikrin muhtemel gerçek değerinin daha ayrıntılı izahı çok az anlam
ifade edecektir.

İtham, fikrin, önü alınmaz bir fantezinin hayal dünyasına ait, bilimsellik dışı, gerçeklikle anlaşmazlık içindeymiş gibi değerlendirilerek terslenmesine ve geri dönülemez şekilde reddedilmesine varır -başka bir ifadeyle itham, fikrin, bilimsel söyleme güvenli mesafede tutacak şekilde sınırlarını çizen
bütün bu özelliklerle yüklüdür.

Bu işlem, fikri, asıl gerekçelerine başvurmaya artık gerek
duymayan, tamamıyla baştan savma bir işleyişe dönüştürmeye
yetecek şekilde yapılır.

Herhangi bir kişi, ütopik düşünüşün içine düştüğü itibarsızlığın, modern bilim kümesinin kati olarak insan eylemi haritasından çıkartmaya çalıştığı, maceracı insan zihninin abartılı ve saçma yolları olan büyü, din ve simya tarafından paylaşıldığını varsayabilir.

Başlangıçtan itibaren atıl, gerçeklikte temelleri bulunmayan gerçek dışı bir plan olarak tanımlandığından, ütopya, geri dönülemez şekilde yanlış fikirlerin arasına dökülür ki bu aslında insanın ilerlemesini ve insan çabasını, aklın ve rasyonalitenin yollarından ayırarak aksatır.

Başat kullanım, Thomas More’un terimini, bilerek yaratılan belirsizliğinden sıyırarak ve onu esasen birbirinin içerisine geçmiş iki anlamından birisine - ‘var olmayan bir yere indirgeyerek, ütopyanın tarihsel konu dışı olma durumunun kendini gerçeklemesine hizmet eder.

Öneminin sonradan anlaşılması fırsat bilinerek, ortaya konulan planlar tahminler olarak sınıflandırılırken, ‘ütopya’ ismi
gerçekleştirmeyi başaramayanlara ayrılır.

Ütopyalara, yanlış çıkan tahminler ya da kendi gerçekçiliğini ispatlamayı başaramayan planlar olarak muamele etmenin
yetersizliği, eğer sadece insanlık tarihinin her anının, az ya da
çok, açık uçlu bir durum olduğunu kabul edersek belirginleşir;
kendi geçmişinin yapısı tarafından tamamıyla belirlenemeyen
ve bünyesinden birden fazla olay dizisinin çıkabileceği bir durumdur bu (sadece öznellik içerisinde, kendi bilgimizin durumunu göz önüne alma anlamında değil, nesnel anlamda da,
sadece eğer kusursuz bir araştırma ve veri işleme teknolojisi el
altında bulunabildiğinde, bugünle ve geçmişle ilgili toplanabilecek tüm bilgimizin vaziyetini değerlendirerek).

Wright Mills, “kendi eylemleri hakkındaki tahminlerin farkına
varabilirler, kendilerini bunlara göre yeniden yönlendirebilirler
ve çoğunlukla yönlendirirler de.

Tahminleri yanlış ya da doğru çıkarabilirler.

Yapacakları şey, henüz, çok iyi bir tahmine bağlı değildir.

Belli bir özgürlüğe sahip olana kadar insanların yapabilecekleri rahatlıkla tahmin edilebilir olmayacaktır.”

 Mills’in üzerinde durduğu nokta, gelecekle ilgili ifadelerimizin başlangıçtan itibaren açıkça öngörmeye çalıştığı olayların asıl gidişatı ile kıyaslanmak üzere kitap raflarında edilgen halde bekleyen salt tahminler olmaktan uzak bir şekilde, söz konusu geleceği şekillendiren etkin faktörler haline gelmeleriydi.

 Tarihin gidişatını ne yöne saptıracakları bu ifadelerin yalnızca içeriğine bağlı değildir.

Bazılarına göre sapmalar, içsel olarak tahmin edilemeyen dik kafalı insan praksisini dayanak alır.

Eğer öyleyse, tahminler veya daha genel olarak gelecek tasavvurları hakkında sorulacak doğru soru, bunların sonraki olaylar tarafından doğrulanması veya yanlışlanması değil, bu olayların, kamu zihnindeki söz konusu tasavvurların varlığı tarafından hangi yönde ve ne dereceye kadar etkilene veya yaranla geldiğidir.

 Thomas Cariyle tarihi “hapsedilmiş bir peygamberlik” olarak tanımlamıştır; Oscar Wilde “Ütopya’yı içermeyen dünya haritası, İnsanlığın her zaman yer bulduğu o ülkeyi dışarıda bıraktığı için göz atmaya bile değmez” fikrini ortaya koymuştur; Anatole France bilimle zehirlenen kendi çağdaşlarını “başka zamanların ütopyaları olmadan, insanlar hâlâ mağaralarda, sefil ve çıplak halde yaşıyor
olurlardı” sözleriyle uyarmıştır.

 Ve Gabriel Tarde, yerindeliğiyle adeta naif şu soruyu öne çıkartmıştır: “Daha olmamış geleceğin, şimdiyi, artık bırakılması gereken geçmişten daha fazla etkilemesi, bana ne daha çok ne de daha az makul gelmektedir”.

Bu düşünürlerin, sadece ütopya ve onun etkin tarihsel rolü meselesiyle değil, çok daha geniş bir insan doğası sorusuyla cebelleştikleri görülebilir.

Kültürü, öğrenmeye, yaratıcılığı baltalamaya indirgeyen
muhafazakâr bakışa radikal karşıtlık, alışılmışın dışındaki insan
varoluş kipinin, tam olarak belirli olmayan ve aynı zamanda,
tekrar ve tekrar, en kalın şekilde tabakalaşmış alışkanlık kalıplarını bile tahrip etmeye muktedir olması bakımından geçmişten niteliksel olarak ayrı olan bir zaman kipine, geleceğin biricik fenomenine bağlı olduğu varsayımıyla başlar.

Kültürün en çarpıcı ayrıştırıcı özelliği, öğrenmeyi reddeden, şartlandırıcı baskıya direnen, göz önüne getirilebilir herhangi bir fiziki duyu tarafından algılanmayan “uyarıcıya” “tepki veren” kötü şöhretli insan kabiliyetidir.

İcat kabiliyeti ve inatçılığa varan özgünlük, insanları, en az öğrenme yetenekleri ve şartlandırılma kapasiteleri kadar karakterize ederler.

Bazı düşünürler itirazlarında ‘öğrenen insan imajının aksi yönünde öyle ilerlerler ki, yukarıda resmedilenin tam karşısında bir duruş sergilerler, mesela Teilhard de Chardin: “Sonunda, bilimsel anlamı yaratanlar gerçekçiler’ değil Ütopyacılar olmuştur.

Onlar, hayalleri gü­lümsememize yol açsa da, en azından, insan fenomeninin hakiki boyutlarına dair bir hissiyata sahiptirler” der.

İnsanın doğası ne olursa olsun ütopyacı yöntemle düşünme
kapasitesi, süre giden ilişkileri kırmayı, insanın kendisini alışılagelmişin, sıradanın, ‘normal’in apaçık haldeki ezici zihinsel ve fiziksel egemenliğinden kurtarmasını gerektirir.

Bu itibarla, ütopyacı düşünüş, Raymond Ruyer’ın güçlü bir şekilde vurguladığı gibi, icatla aynı kategoridedir.

 “Mesleklerin insana uygunluğu üzerine değil, insanların mesleklere uygunluğu üzerine hükümler veren”, gerçekte teknik olma idealini kabul eden, onları belirlemek yerine araçsallaştırmaya yol açan sonuçların peşinde koşan bir dünyadayız.

“Zıueck” mükemmelliğini tek kabul edilebilir ideal olarak gören, teknik mükemmellik ve verimlilik idealleri üzerine inşa edilmiş uygarlığımızda, icat, tamamıyla meşru, takdir gören ve itibar getiren bir uğraştır; gelgelelim ütopyalar, aynı psikolojik yapıyı ve mevcut işleyişe, kalıplara karşı koymak için aynı isteği gerektirse de, öyle değillerdir.

Yeniden Ruyer’dan alıntı yaparsak, ütopist düşünür, takip etmeyi dilediği istikametten herhangi bir sapmanın kararlı bir şekilde önüne geçmeye çalış­masında, “zihinsel deneyim vasıtasını” bir noktada terk etmeye karar vermedikçe sadece sıradan bir sosyolog olacaktır.

 “Zihinsel deneyimin vasıtasını terk etmek”, icat yapan ile ütopyacıyı birleştiren ortak özelliktir; bununla beraber icat yapan hâkim değer standartları tarafından betimlenen çerçevedeki teknik mükemmelliğin takipçisiyken, ütopyacı, standartların kendisine karşı koyar ve bu durum Zıveckrationalitâ?'a kendisini kaptırmış bir dünyada tüm farklılığı yaratır.

Virgilio Melchiore ütopyacı imgelemi, “mutlak bilinçlilik” ile “tarihsel durumun farkında olunması” arasına yayılan Kant’çı “dolayım alanına” yerleştirir.

“Mutlak” bizim uygarlığımızın çok az faydalandığı bir şeydir;
Nietszche’nin Femsterılieben’si karşısında çaresiz kalıp acı çekenler, sınırsızlığıyla öne çıkan bir teknik kurgu ile insan ilişkilerinedair her şeyin cesaret kırıcı kıtlığının bir karışımından oluşan meşhur bilimkurgunun harika dünyasına dalarak deşarj olmaya davet edilmektedirler.

İnsan, özgürlüğün ne raddede yaşandığı­nın, insanların kendilerininkinden farklı bir dünyayı tahayyül edebilme mertebesiyle ölçülebileceğini düşünmeye başlar.

Bunlar, “yalnızca ütopya” klişesinde kendisini gösteren alaycı bakış açısını şiddetle reddetmemizin sebepleridir.

Bu klişe, değerlendirmeye soyunduğu ütopyadan ziyade, içerisinde geçer akçe haline geldiği sosyal sistemlerin doğasını yansıtıyor gibidir.

Aslına bakarsanız sosyal yaşamın, ütopyanın uçsuz bucaksız rolü
dikkate alınmadan anlaşılamayacağını düşünüyorum.

Ütopyalar, kültürün bütünüyle birlikte - Santayana’nın dediği gibi -
keskin tarafı geleceğe dayanmış bir bıçak özelliği taşırlar.

Sürekli, geleceğin şimdiki zamanla birlikte tepki vermesine neden olurlar ve böylece insanlık tarihi olarak bilinen bileşkeyi üretirler.

Şimdi, genelde ütopyaların ve bilhassa sosyalizmin, tarihi süreçte önemli ve inşa edici bir rol üstlendikleri iddialarını bana göre tasdik eden işlevlerinin ana hatlarını sıralayacağım:

1. Ütopyalar şimdiyi göreceleştirir.

Bir kimse mutlak olduğuna inanılan bir şeye eleştirel yaklaşamaz.

Ütopyalar, mevcut gerçekliğin taraflılığını açığa çıkararak, gerçekliğin sadece kü­çük bir noktasını işgal ettiği olabilirin alanını tarayarak, insanın mevcut açmazını kendi başına dönüştüren eleştirel bir tutuma ve eleştirel bir eyleme zemin hazırlarlar.

Öyleyse, ütopyaların varlığı, şimdinin cerahatli sorunlarına alternatif çözümler düşünme becerisi, yani tarihsel değişimin gerekli koşulu olarak görülebilir.

Ütopyalar, pragmatik olarak tasarlanmış gerçekçilikle çok az
ilgilenmeleriyle seçim platformlarından ve hatta uzun vadeli siyasi programlardan farklılaşırlar.

Onlar serbest bırakılmış hayal gücünün lüksünü öne çıkartırlar ve onu, siyasi oyunların kesinlikleriyle dizginlendiğinde asla ulaşamayacağı uzak açıklıklara taşırlar.

Mantığın ve akılcılığın anlamı daha ziyade siyasi oyunlarla tanımlandığından “ütopyalar, şu anda var olandan çıkan
mantıksal ve direkt adımlar olarak görünmezler.

Ütopyacı bakış, bu anlamda, tarihsel devamlılıkla ilişiğini keser.”

Bununla beraber bu bakış onların, toplumun pratik zihinli yenilikçilerine faydalı olmayacakları anlamına gelmez.

Ütopyalara karşı alaycılıktan başka hiçbir tutumun ağırbaşlı bir zihnin “ger­çeklikle” ilgilenmesi olmayacağı, yani başka hiçbir şeyin kendi toplumunun peyderpey iyileşmesine yol açmayacağı anlamına da gelmez.

Bir milletin ana siyasi bloklarının ödemeler dengesi ve banka faizlerinin seviyesi hakkında tartışmalara girmekten başka bir şey bilmediği durum, aslında, ütopyacı fikirler rezervinin tehlikeli bir şekilde kurumaya başladığının işaretini ve tehlikenin yaklaştığı haberini verir.

Samimi bir gerçekçilik içeren, mevcut tüm fırsatların stokunu kullanan bir siyasetin zeminini hazırlayan ütopyacı kavrayışın keşfedilmemiş geleceğe karşı yürekli tutumu, onun tüm bağlantılarını kesip atma ve saçma olma yeteneğinden çıkar.

Ütopik fikirlerin varlığı ve canlılıkları, sallantılı ama güçlü bir gelişim içerisindeki bir toplumun belirtileri olarak görülebilir.

Lewis Mumford’ın sözleriyle, “ideal bir düzen fiziksel bir koruyucu kabın ideolojik eşitidir: Dış değişimi insan amacının sınırları içerisinde tutar.

Bir cemaat, ideallerin yardımıyla, birçok olabilirlik arasından kendi doğasıyla bağdaşanları veya insanın daha fazla gelişimini vaat edenleri seçer.

Bu Aristoteles’in biyolojisindeki entelekyanın rolüne tekabül eder”.

Samimi gerçekçilikle ağırbaşlılık kisvesinin arkasına saklanmış çekincesiz muhafazakârlığı ayıran ince çizgi, umudunu yitirmiş ve yerinden memnun ortak kanıya hayali gibi görünen insanın tüm alternatiflerini değerlendirme faaliyetini istemekle
reddetmek arasında salınır.

2. Ütopyalar, kültürün, şimdiki zamanda olabilecekleri
keşfedilmesini içeren yönüdür .

Gözlerini nadiren mevcut gerçekliğin çok üzerinde bir noktaya dikerler.

Aslında, kendi çağdaşlarının tecrübe ve tutkularından çıkan tasarılarında ve şu veya bu yerleşik kurumu ayrıştırıp arzu ettikleri değişimin vasıtası olarak kullanma ihtiraslarında şaşırtıcı şekilde gerçekçidirler.

Hiçbir devir, der Marx, çözemeyeceği problemleri ortaya atmaz.

George Sorel, bu tarihsel-felsefi genellemeye psikolojik bir açıklama ekleyerek, bir zihnin bir fikri öne çıkarmasının, o fikrin zaten ortalıkta olmasından kaynaklandığına dikkat çeker.

Aynı kültür gibi, yoksunluktan kaynaklanan kışkırtıcı duygularının ve her daim mevcut inatçı gerçekliklerin ıslah edici sıkıştırmalarının çifte baskısı altındaki herhangi bir kuşağın -eğer o kuşak bir tanesine sahip olacak kadar şanslı ve özgürse- ütopik idealleri şekillendirmesi nedeniyle söz konusu önermelerin tersi olamaz.

Bir taraftan Frank E. Mannel, “ütopya insanın ısrarla kaçırdığı şeyi ona sağlar” derken, diğer taraftan Fred Charles Ikle “sadece gemimizin pruvasındaki ışığı takip edebiliriz” der.

Her ikisi de, Ütopik epistemolojinin iki birbirinden ayrı ve tamamlayıcı vasfına odaklandığından dolayı haklıdır.

Deyim yerindeyse ütopyalar, gönüllü olarak seçtikleri gösterişsiz ve dolaysız anlamla hem teori hem de pratiğin seviyesini aşarlar.

 İnsanların acıyla deneyimlediği sorunlara cevaplar sağ­larlar.

Ama cevaplamaya çalıştıkları ne filozofların “neyi bilebilirim?” kaygısıdır, ne de ideologların ve siyasetçilerin “ne yapmalıyım?” konusudur.

Ütopyacıların sorusu olan “ne umabilirim?”, “pratik” ve “teorik” aklım aynı anda çağrıştırdığı, İkincisini birincisinin astı yaparken bunların yapılarının ve potansiyellerinin uyumsuzluğu hakkında inatla bihaber kaldığı için muhtemelen Kant’ın gayrı meşru ilan edeceği bir aykırı sorudur.

Ütopya arayışının ardındaki itici kuvvet ne teorik ne de pratik akıldır, ne bilişsel ne de ahlâki kaygılardır, umut ilkesidir; fikir, bir nebze saklı da olsa, Kant’ın aklın gizemlerini deşip çıkarmasında mevcuttur, ancak esasen ayrıntılı biçimde Ernst Bloch tarafından incelenmiştir.

Umut, üzerinde filizlendiği gerçekliğe karşı esasen eleştirel olmasıyla, pratik ve teorik çıkarlar arasında eksik olan
bağlantıyı tedarik eder.

Gerçekçiliğin anlamını mümkün olan
seçeneklerin tümünü kapsayacak şekilde genişletir.

3. Ütopyalar gerçekliği birbiriyle yarışan bir dizi değerlendime projesine bölerler.

Ütopyanın üzerinde filizlendiği gerçeklik, toplumsal çelişkiler tarafından üretilen ve birbiriyle çelişen biliş­sel bakış açılarına karşı tarafsız değildir.

Toplum erişilebilir malların eşitsiz paylaşımı ve aynı zamanda toplumsal eyleme -eleştirel eylem de dahil olmak üzere- eşitsiz erişim imkânı üzerinden farklılaşan gruplardan oluştuğu müddetçe, kaçınılmaz olarak mevcudun eleştirisine girişir.

Yazarının öngörülemeyen toplumsal konumunun ve aşırı partizanlıktan kaynaklanan yanılsamalarla bağlantısının üstü örtülse bile, bu eleştirileri, sızlanmalarını ve iştahını temsil ettiği sınıflara ve tabakalara yöneltebilir.

İnsan düşüncesinin çeşitlilikleri arasında yeni bir sınıf kurmak yerine, ütopya, her zaman gruba özgü bir biçimi maddileştiren, grup deneyimini temsil eden ve sürekli olarak partizanca
hasret çeken eleştirel bir tutumla bütünleşmiş bir unsurudur.

Bir gruba eutopia gibi görünen bir başka gruba distopya gibi
gelebilir, ki bu herhangi bir sosyal ve siyasi düşünce öğrencisine göre pek de tuhaf bir görüngü değildir.

Öyleyse ütopyalar toplumdaki ana çıkar bölünmelerini açığa çıkarırlar ve belirgin hale getirirler.

Baskın sosyo-politik güçlerin billurlaşmasına katkıda bulunarak statü farklılığını eylem farklılığına çevirirler.

Tarihin o aşamasında toplumun erişimine açık imkânları gözden
geçirirler: Ama ütopyalar, belli grupların açmazlarına kendilerini adayarak sınıf bağıntılarını içeren doğalarını da ele verirler.

Bir başka deyişle, ütopyalar, geleceği bazı sınıflara adanmış çözümlerde göreceleştirir ve bugünden yola çıkan yegâne düşünce dizgesi olan muhafazakâr yanılsamayı defeder.

Eğer gerçekliği koruyan ideoloji, tarihi doğa olarak gizlemeye teşebbüs ederse, ütopyalar, bunun tam tersinde yer alarak, sözde doğanın tarihi statüsünün maskesini çıkartırlar.

Geleceği birbiriyle yarış eden projeler olarak resmederek insan istencinin rolünü ve onu ortaya çıkarmak için gerçekleştirilen toplu çabayı gözler önüne sererler.

Muhafazakâr bakış açısı kendisini geleceği “olasılık” diliyle
tartışırken ortaya serer; ütopyacı bakış açısı ise, menfaati adına
“kaçınılmazlık” maskesinin ardına saklanmayı seçse de, “olabilir” diliyle konuşmayı tercih eder.

Muhafazakâr bakış açısı alış­ kanlık ve olağanlığın her yerde bulunan gücü tarafından desteklenmektedir.

Ütopyalar, belli grupların ideallerini betimlemeye
kendilerini adamak gibi zarar verici bir teşebbüse girişebilirler.

Bunu, şu andan anlam çıkarma uğraşıyla üstün körü bir anlaşma
yapabilmekten başka bir şey beklemeyenlerin kendilerini özgürleştirme çabasını serbest bırakmak için yaparlar.

Kurguladıkları geçerli ve tastamam bir toplumsal sistemin bünyesinde, titiz bir bilim insanı tarafından kolayca kendi aleyhlerine çevrilebilecek bir doğruluk payına sahip olarak yer alırlar.

Ancak yine de, sağ­lam bir temele dayanmadığı iddia edilen bu fantezi, alışılagelmiş davranış ve ortak kanıya dayanan bilgiden oluşan ikiz güce meydan okumaya cüret eden bir fikrin topal konumunu dengelerken eldeki tek araçtır.

Gerçekçiliğin baskın tanımları, baskın çıkarlarla ölçümlenme düzeyine indirilmektedir; alışkanlığı ve “normal’i savunarak kendi egemenliklerini savunmuş olurlar.

Ütopyalar, alışkanlığın savunma duvarlarını zayıflatmakta,
yoğunlaşmış muhalefetin dramatik tepkilerini kullanarak yok
edilişlerine veya ütopik fikirlerin yakıcı çözümleriyle gitgide erimelerine zemin hazırlamaktadırlar.

4. Ütopyalar tarihi olayların gerçek seyrine müthiş derece
etkide bulunurlar.

Bazen hızla siyasi etkinliklerle birleştirilirler öyle ki ütopya etiketinin
altındaki tutkal kurumak için gereken zamanı zor bulur.

Bazen de gerçekliğe dahil edilirler ve sonra da fark ettirilmeden
muhafazakâr ideolojilerle kaynaştırılırlar.

 Ama çoğu durumda kamusal zihniyetin toplumsal eylemi yönlendirecek rehberleri, iyi ve kötüyü birbirinden ayıracak kriterleri ve vaatle kendi ideallerine yetişemeyecek derecede yavaş olan gerçeklik arasında hiçbir zaman doldurulmamış boşluğun inatçı hatırlatıcıları olarak kalırlar.

Bu üçlü rolde ütopyalar, gerçekliğe, sapıtmış bozuk zihinler olarak değil, gerçekliğin yegâne maddesi olan motive olmuş insan eyleminden hareketle içeriden çalışan güçlü etkenler halinde giriş yaparlar.

Daniel Bell, Ajnerikan tarihine ait mantığının izlediği yolu “bu ülkenin kuruluşunun temelini oluşturan eşitlik vaadinin gerçekleştirilmesini ve Tocqueville’in Amerikan demokrasisinin özetini açıklamasını: Bugün az kişinin sahip olduğunu, yarın birçok kişi talep edecektir” sözlerinde takip eder.

François Bloch-Laine, Gaston Berger tarafından ortaya atılan dilbilimsel ayrımlara başvurur, amaçlar sisteminin vizyonu tarafından başlatılmış kolektif eylem için “müstakbel eylem”
tabirini önerir: “Onun başlangıç noktası geleceği gönüllülükle
belirleyebileceğimiz fikridir.

Bu, geçmişten aşırı bir şekilde etkilenmekten vazgeçip bugüne nüfuz etmek için geleceğe yönelen bir çerçeveye kendimizi tereddütsüz bırakırsak ‘hiçbir zaman ka­çınılmaz olmayacak’ gelecektir”.

 Ütopyanın “hakikat” veya “hakikat değil” oluşunu önceden tesis
etmemize olanak sağlayacak bir yöntem bulunmamaktadır.

Bunun basit sebebi ütopyanın, uygun kitlesel sosyal çabanın oluşmasındaki ciddi ölçümlere bağlanan akıbetinin önceden belirlenmemesidir.

Hem destekleyici ve hem de engelleyici etmenler stoku, uygun insan eyleminin kararlı ama öngörülemez yapıtaşları olmadan tamamlanmamış kalmaya mahkumdur.

Öyleyse, ütopyanın “gerçekçiliği” veya “uygulanabilirliği” sadece eylem esnasında keşfedilebilir .

Böyle bir eyleme başvurunca ütopya hayata geçirici güçleri harekete geçirir; kendi programını mütevazi anlamda “ütopik” ilan etmek, bu yazılanların ışığında, ütopyanın “eylemle doğrulanması” ilkesinin korunabilmesinin araçlarından birisi olarak ortaya çıkar.

Toparlamak gerekirse, ütopya -bu çalışmada da kullanılacağı
anlamda- geleceğin ve daha iyi bir dünyanın şu özelliklere sahip
görüntüsüdür:
(1) Hâlâ yerine getirilemediği hissedilir ve meydana çıkartılmak için ek bir çaba bekler;
(2) Arzu edilen olarak algılanan, gelmesi gerekenin gelmesine
çok da bağlı olmayan bir dünyadır;
(3) Mevcut topluma karşı eleştireldir; aslında bir fikirler sistemi ütopik kalarak insan etkinliğini, antitez olmasa bile mevcuttan farklı bir sistemi temsil ettiği algısına sahip olduğu ölçüde canlandırmayı becerir;
(4) Risk ölçümü içerir; geleceğe dair bir görüntünün ütopya vasıflarına sahip olabilmesi için, tasarlanmış kolektif eylem tarafından gayrete getirilmediği sürece ortaya çıkmayacağına emin olunmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÜTOPYALAR - 1

  ÜTOPYA VE GERÇEKLİK   Sosyalizm on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının üzerine bir ütopya olarak çökmüştür. Bu ifade, kesinlikle şu iki t...