TÜRKLER NE ZAMAN, NASIL MÜSLÜMAN OLDULAR ?
Nasıl
Avrupa’da Hristiyan Havarileri ve Ayos’ları Cermen barbarlarının önce elebaşlarını (din ve idare
şeflerini) kazanıp, çökmüş Roma medeniyeti tertibinde birer “Kral” uydurmaya
başladılarsa, tıpkı öyle, İslam Aziz’leri, Derviş’leri, Bilginleri “Kafir”
Türklerin ulularından, Han’larından işe başladılar.
Avrupa
tarihi ile Asya tarihi paraleldi.
Cermenlerin
Hristiyan oluşları ile Türklerin Müslüman oluşları aynı determinizme uyuyordu.
Aradaki tek fark, İslamlığın Hristiyanlıktan
622 yıl sonra başlamasında toplanıyordu.
Türkler,
Cermenlerden 900 yıl sonra, evrencil sistem durumuna girmiş bir tek Tek tanrılı
dine giriyorlardı.
İslam
medeniyeti, Emevi yıkılışını geçirdikten sonra, Eba Müslim gibi yaman bir Türk
ihtilalcisinin kurduğu Abbasiler çağına girmişti.
Ancak
o zaman İslamlık Türkler içine işleme yollarını buldu.
Bu gerçeği, Türklere karşı hiç saygı beslemeyen
İslam tarihçileri açıklarlar: “Ve fil-cümle zaman geçtikten sonra, Abbasiye devletinde
Türk neslinden Salur bin Tak (Dağ oğlu salur) Han’dan bir kişi kral oldu ki ona
Çanak Han derlerdi ve Kara Han lakabı alır.
Türk
Hanlarından ilk İslama gelen, mümin olan oldular.
Ve
Hicret’in 300’ünde (Milad: 9-l0uncu yüzyıl) Türklerden 2000 kişi, hargahı ile
İslama girüb mümin ve müttaki oldular.
Ondan
ötürü buna Terk – İman denildi.
Lafzında
hafifletilip Türkman dediler.
Türkmanın
adı ol vakitten beru konuldu.
Ve
sonra, çünkü Çanak Han öldü, yerine Musa Han geçti…
Etraftan
işittiği ülemayı ve fukarayı (bilginleri ve dervişleri) toplayıp, Mescid ve
medrese (okul) ve Zaviyeler (tekkeler) yapıp, en sonra ölünce, amcası Buğra Han
Harun bin Süleyman yerine kral oldu.
Kaşgar ve Balasağun’a, ta Hıtay ve Çin
sınırına varınca malik idi.
Hicret
389 (999 Kasım 12 – Ekim 14) Samaniyan devleti çökünce, Buhara’yı ele geçirdi.
Ol
dahi ölünce, andan sonra Ahmed Han bin Ebu Nasr bin Ali tahte geçti.
Türklerin
kafir erine ulu savaşlar açardı.
Ve
bunun zamanında Türklerden çok taife imana geldi.
Dindar
ve fazıl ve ilim ve dinsever idi.”.
TÜRK TOPLUMUNUN İSLAM
DİNİNE TEPKİ VE KATKILARI
Hicret’in
300’üzüncü, Milad’ın 1000’inci yılları: İslamlık, biri Emeviler, ötekisi
Abbasiler olmak üzere, iki Saltanat batıp çıkmasını geçirmişti.
Yani,
Müslüman Arap-Acem toplumu: Sınıf çekişmeli Antika Medeniyetin artık kör dövüşü
çağlarından birini yaşıyordu.
İlkel
Sosyalist toplumun çocukları olan Türkler ve Moğollar, inandıklarından zorla
dönecek insanlar değillerdi.
Üstelik,
karşılarındaki Medeniyeti yenmek üzereydiler.
Ona
esir düştükleri zaman bile, efendilerinin her emrine ve dinine hemen boyun
eğecek, satın-alınıverir, hatır için inanıverir köle olmadılar.
Salur
oğlu Musa Hanın uzun propagandaları, Buğra Hanın Çin sınırından Buhara’ya dek
fütuhatı bile Türk toplumunu eski inançlarından koparamadı.
Ancak
Salur’dan dört kuşak sonra, adını Arapça’ya çeviren Ahmet Han, kılıcını ikna
yoluyla at başı birlik yürütünce, “Türklerin kafirlerini” çokça Müslüman etti.
O da
kendisi Türk olduğu için.
Türk
toplumu, dışarıdan kendisine doğru sızdırılan tek yanlı din etkilerine pasifçe
katlanmadı.
Şamanizminden
kalma yığınla gelenek ve göreneklerini İslamlığa aktardı.
Türklerin
dinlerinde yüzde kaç Müslümanlığın; yüzde kaç Şamanizmin yaşadığı araştırılacak
şeydir.
Türkler
Atalara tapıyorlardı.
Atalara
tapıncın en büyük sembolü Oğuz Han efsanesi oldu.
İslam
düşünücüleri, hemen Oğuz Han’ı daha anasından doğduğu gün konuşturup “Müvahhid”
yaptılar: Tektanrılı dine inanmış gösterdiler.
Türk’ü
başka türlü Müslüman yapamayacaklardı.
Daha
Emevi yıkılışlarından beri, Horasan’dan Anadolu’ya dek sarsıntılı İslam dünyası
Tarikatlarla doldu.
Eba
Müslüm’den Hasan Sabbah’a, Mansur’dan Şeyh Bedrettin’e dek, düşünce ve davranış
kaynaşmaları Türk toplumunun gelenek ve göreneklerinden kaynak aldı.
Çürüdüğü
zaman Selçuk saltanatını yıkan Bahai’ler, Anadolu’da berbat derebeği
dağınıklığı herkesi kasıp kavururken “Birlik” ülküsünü çağıran Aşık Beşe’ler,
Osmanlı imparatorluğunu kuran Köy üretmenleri örgütü Bektaşiler, Şehir
üretmenlerinin örgütü Ahiler…
Mevleviler, Rüfailer, Yunus Emreler, Süleyman
Çelebi’ler…
Hep, İslam dininde Türk toplumunun inanç
gücüyle Rönesanslar yapmış davranışlar, düşüncelerdir.
Bugün,
Anadolu halkımız içinde yaşıyan nice gelenekler ve göreneklerin asıllarını eski
Türk-Moğol inançlarında buluyoruz.
Cengiz
zamanı (13’üncü yüzyıl sonları), Türklerin taşları can ve tanrı saydıkları
günden kalma “Yağmur taşı” vardı.
Onunla
“istenildiği zaman yağmur yağdırılırdı.”
Anadolu’da
hala insanlarımız, sembolik küçük taşlarla yağmur duasına Müslüman olarak
çıkarlar.
Cengiz
Moğollarında: “güneş ve ay tutulunca Trampet çalmak” adetti.
Anadolumuzda
tutulan ayı veya güneşi kurtarmak için silah patlatmak, Müslümanca işlerden
sayılır…
Romatizmayı
tezekle iyileştirme, cin çarpmasına karşı çeşitli tedbirler, ölünün.kırkını
kutlama (“Boğtak ölünce karıları 4 hafta yas tuttu”), gibi bin bir “Müslüman”
gelenek ve görenekleri, Türk-Moğolların önce İran’a oradan öteki Müslüman dünyasına
taşıdıkları tarih öncesi kalıntılarıdır.
Türkçede
en geniş din propaganda kitapları: Ahmediye’ler, Muhammediye’ler okunsun.
Anlatılanlar
İslam dini üzerinedir: Orada ruhların allahın ve melaikelerinin ilişkileri,
Şamanizm inanç ve tasvirleriyle dopdoludur.
Anadolu’yu
kaplamış silindir üzerine konik oturtulmuş künbetler, Kırşehir’in, Sivas’ın,
Kayseri’nin Selçuk medrese, cami, yapıları göz önüne getirilsin.
Hepsi
İslam dininin ilhamıyla yapılmışlardır.
Hindistan’a
dek uzanan o mimarlık anıtlarında ortak motif Türkmen çadırı’nın, Han otağı’nın
renk renk taşla işlenmiş biçimleridir.
Göçebenin
çadırı müslümanlikta taş olmuş, ama kazıklarla gerilişi bile olduğu gibi
kalmıştır.
DİNİN TÜRK TOPLUMUNA
ETKİLERİ
Semitler,
Yakındoğu’nun iki büyük IRAK-MISIR medeniyetleri arasında mekik dokurken
etkilenmiş göçebeleri olarak, en saf TEKTANRILI din portörlüğü yaptılar.
Semit
gelenek ve göreneklerinin Yahudi Tevrat ve İncil’inden Arap Kur’an’ına dek
gelişimi, o etkilenişin ölmez sembolleridir…
Türk-Mogollar
Din konusunda Semitlerin tıpkısı oldular.
Birbirine
Mısır’la Irak kadar yakın olmayan iki büyük orijinal Medeniyet alanı var:
Yakındoğu medeniyetleri ile Uzakdoğu medeniyetleri..
Türk-Moğol
toplumları, bu iki medeniyet harmanı arasında, İpek Yolu üzerinde mekik
dokudular.
O
muazzam ilişki ve değiş-tokuş aracılığı, “Çok uzun zamandan beri, Türk
tefekkürünün kuvvetli tesiri altında kalmış olan Moğol, dini” biçiminde
sonuçlar yarattı.
Onun
için, “Moğollar, bir tek tanrıya inanırlardı.”
“Yeryüzü
hakimiyetinin kendilerine tanrı tarafından bağışlanmış olduğu fikrinde idiler.”.
Rus
yazarlarının aktardıkları eski bir Türk duası aynen şöyle der:
“Sümer Ulan Taykam “Süt kölüm Sümer Taykam”
Burada
“Süt Kölü”: süt gölü, “Tayka”: buzul, cümudiye anlamını taşır.
“Sümer” nedir?
Irak’ta ilk Medeniyeti Kuran Sümer’lerle
ilgili midir?
Bilinmiyor.
Ancak
gene aynı araştırmanın, İlhanlık dini düzeyine uygun açıklamalarında bir olay
daha göze çarpıyor.
Kara
tös’e karşı çıkan Aruu Tös’ün adı Ülgen’dir.
Ülgen,
Akdeniz Greko-Romen medeniyetinin baba Zeüs tanrısı gibi, parlak ışıklı
yıldırımlı bir Babahandır.
Bütün
bu ve benzeri elemanlar, Türklerin inançlar alanında, Uzakdoğu ve Yakındoğu
ötesi Akdeniz medeniyetlerine dek toplumlarla ilgilenmiş bulunabildiği
hatırlatır.
O
geniş evrencil ilişlkilerin Türklerle Moğolları tek tanrılı din inançlarına
doğru yaklaştırması yadırganamaz.
Altay
Türklerinde İslamlıktan önceye ait olduğu anlatılışından belli olan bir Tufan
efsanesi bile yaşıyor: “Yayık (Tufan) olacağını ilkin “Temrü müüstü kök teke”
(Demir boynuzlu gök teke) bildi.
7 gün dünyayı dolaştı.
Bağırdı.
7 gün
deprem oldu.
7 gün
dağlar ateş püskürdü.
7 gün
yağmur yağdı.
7 gün fırtına oldu, ve dolu yağdı.
7 gün kar yağdı.
7
aziz kardeş (büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe: kitap, ehli Ülgen) gemi yaptılar.
Her
cins hayvandan birer çift aldılar.
(Gemi
Yal Möngkü adlı büyük dağda, yahut Kosagaç’a yakın Iyık dağında hala durur!)
Tufan
bitti.
Ülgen
gemiden bir horoz saldı.
O
soğuktan öldü.
Kaz
saldı: o gelmedi.
Kuskun
(karga) salındı: leşe daldı.
7
kardeş gemiden çıktılar…
Ülgen,
Nom’dan aldığı güçle, insan yaratmaya girişti.
Altın
fincan içine kök çiçek koydu.
Kardeşi
Erlik, bu çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı.
Görüyoruz.
Türk
toplumu, sünger gibi herşeyi emicidir.
Akdeniz
ötesinden Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan
efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir.
İslam
medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.
“Cengiz
Han’ın 1289’da İslamlığı kabulüne ve o zamana dek atalarının telakkilerine
bağlı kalmış olan son Moğolların’da Şamanillikten yüz çevirdikleri an”
olmuştur.
O anda bile, Türk ve Moğollar, birbirleri ile
“KANKARDEŞİ” olmak için, birbirilerinin kanını törenle içerlerdi.
“Cengiz Han zamanında bu adet gittikçe kayıp
olmakta idi.”
Türk
ve Moğollar “Şef mezarlarını gizli tutmaya çabalarlardı”.
“Müslümanlığı kabul ettikten sonra Gazan,
kendisine Tebriz’de muhteşem bir türbe yaptırmıştır.
1304
yılı buraya gömülmüştür.”
“Gazan, Müslüman Kadıları Danişmend vs.yi
vergiden muaf etti.
Muzaffer
olmak güç olmadı. ”.
Moğollarda,
bütün ilkel Toplumlarda olduğu gibi, ad Kan örgütünün sembolü olduğundan,
“Adlanmalara dini bir mahiyet verilmekte idi.”
O kadar ki, “Tanınmış kişi ölürse, onun adını
taşıyanların adları değiştirilirdi.”.
Öyle
iken; Müslüman olur olmaz bundan caydılar: “İslamlık ise, bu dine girenlerin
mutlaka bir İslam adını takmasını istiyordu.”
Ve bu
istek, en güçlü şeflere kabul ettirildi.
Teküdar: Ahmet oldu.
Olcaytü:
Mehmed oldu.
Gazan: Mahmud oldu.
Arpa:
Meozüddin oldu.
DIŞ DİN ETKİSİ : ÇEVRE MEDENİYET ETKİSİDİR.
Batı’da
yılalmış Roma İmparatorluğu’nun “RUH’u HABİS”i gibi evrene yayılan
HİRİSTİYANLIK dini idi.
Hiristiyanlıkla
Cermen Barbarları arasındaki ilişki ne idiyse, İslam saltanatlarının aşındırıp
çürütmeye uğraştığı İSLAM dini ile Göçebe Türk toplumları arasındaki ilişki,
hemen hemen o oldu.
Bu
ilişkiler ortamında, girişkenlik (teşebbüs), aksiyon, inisiyatif Türk toplumuna
düştü.
Hristiyanlığa
doğru göçerken, bedeni çürüyüp, ruhu askıda kalan Roma medeniyeti gibi,
Müslüman dini de, yaşlanmış, çökkün bir Ruh halinde kalmıştı.
Çünkü
Arap-Acem toplumları, kendi iç çekişmeleri yüzünden Tarihcil anlamıyla
yıpranmışlardı.
Dalga
dalga gelen genç akıncı Türk toplumu önünde, İslam Arap ve, Acemler yorgun,
yılgın, yenilgindiler.
Ancak
tarım üretimi gibi, yüksek verimliliği kimse için bilinmez kalamayan bir
Medeniyet üstünlükleri vardı.
Bu
durumdan güç alarak, altta güreşen pehlivan oldular.
Ayrıca,
Tektanrılı dinler arasında, bir Toplum dinamizmine dayanan, en sade ve en yalın
katkısı İslamlıktı.
İslamlığın
kendi akıncılık çağı: Hülefa’i Raşidin çağı vardı.
Özellikle o çağdan kalma genel Müslümanlık
prensipleri, Kent çağına yönelmiş Türk toplumunu etkiledi.
Daha
doğrusu, bir dinin Türk toplumunu etkileyebilmesi için, Türk toplumunun
karşısına çıkan dini yaratmış bulunan topluma az çok benzemek üzere değişmesi
gerekti.
Bunu,
Tsin dini ile Şamanizmin karşılıklı etki-tepkilerinde gördük.
İslamlıktan önce Türk toplumuna kesin etki
yaptığı azılaşılan din, Çin toplumundaki Tsin dini oldu.
Türk
toplumu ile Çin toplumu karşılaşınca, bunlardan hangisi, ötekisine daha çok
etki yaptı, kestirmek hayli güçtü.
İlk
bilinen Türk Kadın hukukuna dayanıyordu.
ANAHANLIK
sistemini kutsallaştıran bu dine Şamanlık denildi.
Oğuz
Han efsanesine bağlanan İL dini, Şamanizm biçimini kılıf gibi kullanarak,
Anahanlıkla Babahanlığı uzlaştırdı.
Ancak
İLHANLIK çağında Babahanlık iyice güçlenince, Çinlilerin TSİN dini Türklerin
eski kadıncıl Şamanizmini etkileyebildi.
Şamanlıkla
Tsin dini arasındaki fark, Türk toplumu Anahanlıktan Babahanlığa geçtiği ölçüde
silinmeye başladı.
Toplum
içindeki varlık ve güç farkları, insanlar arasında zıtlaşmalar ve sosyal
kutuplaşmalar biçimini alınca, o duruma uygun olarak Tsin dini de inananları
İYİ – KÖTÜ diye ikiye ayırdı.
Türk
toplumunda ilk Şamanizm çağının EŞİT kan kardeşliği, ancak İlhanlık dini
belirdiği sıralarda, sosyal zıtlıklara ve kutuplaşmalara doğru parçalandı.
O
parçalanıp bölünüşe tıpatıp uygun düşmek üzere, İlhanlık dininin inançları su yüzüne
çıktı. :AYDINLIK – YUKARI bilinen göke karşı ve zıt olan, güneşi bile kapkara
bir renge boyayan bir AŞAĞI gök ortaya çıktı…
Tek
sözle, Çin medeniyetinin Türk toplumuna doğru gelen etkileri, Türk toplumunun
kendi yapısında, sosyal ilişkilerinde Anahanlık yerine, Babahanlık ilişkilerini
{basit çömlekçilik ve çapa ile kadının işlediği gelgeç ekincilik ekonomisi
yerine, Çobanlık ve sürü ekonomisini) kesinlikle geçirmedikçe, Tsin dininde
görülen zıtlıklar, Türk dininde doğmadı.
Arap-İslam
toplumu ile Türk-Şaman toplumunun karşılaşması başka türlü olmadı.
İslamlık, yukarı Barbarlık konağına erişmiş
Arap kentlerindeki insanlığın Medeniyete geçiş akını idi.
Başka
deyimle, İslamlık, Arap toplumunu, birden bire gelişen (tarihcil
kaçınılmazlıkla evren ticaretinin ansızın Hicaz’a yönelmesi üzerine gelişen)
ticaret Mekanizmasına kapılarak, Yukarı Barbarlık konağından sınıflı toplum
biçimine atlatmıştı.
Türk
toplumu ise, tam İslamlıkla karşılaştığı sıralar, henüz Çobanlık göçebeliğinden
tarım ekonomisine iyice geçememişti.
İslamlığın Türk toplumunu etkileyebilmesi
için, Türk toplumunun; kendi: Sınıfsız, sosyal sınıf adını almaya elverişli
sınıf ayrılıkları bulunmayan Babahanlık düzeninden, sosyal sınıflı Medeniyet
düzenine sıçraması gerekti.
Türklerin
Müslümanlaşmaları için, Müslüman toplum düzenine karşı bir alıcılık kazanması
gerekti.
Bu alganlık:
Türk toplumunun, Göçebelik şöyle dursun, Kent çağından yukarıya doğru hızla
yükselip sosyal sınıflı Medeniyet çağına girmesi demekti.
Demek,
“Türk taplumu üzerine dinin etkisi”: Son duruşmada, Türk toplumuna çevre
Medeniyetlerin yaptıkları etki ile ölçülebilir.
Türk
Şamanizmine Tsin dininin etkisi, Uzakdoğu Medeniyetinin, etkisi olmuştu.
Türk
toplumuna İslam dininin etkisi, Yakındoğu Medeniyetleri basamağına erişkin
Arap-Acem medeniyetlerinin etkisi olacaktı: Bu sonuncu etkiyi göze
çarptırabilmek için, İslam dini yolundan Türk toplumu üzerine yapılmış bir
SOSYAL, bir de EKONOMİK alanda etki örneği vermek yeterli olabilir.
İSLAMLIĞIN TÜRK
TOPLUMUNDA KANBAĞLARINI ÇÖZÜŞÜ
İslam,
daha doğarken, Tarihöncesi Arap toplumunun Kan bağlarını temizledi.
Hazreti Muhammed’in Medine kentine göçmesi bu
çığırı açtı.
O zamana dek Arabistan’da, belki birkaç Yahudi
dışında, herkes “Kankardeşi” idi.
Yani
insanlar, kendi kabile ve Kan örgütlerinin içinde olanlarla kanı, canı pahasına
kardeşti.
Kendi
kanından olmayanı kardeş sayabilmek için, Türklerde görüldüğü gibi, birbirinin
kanını törenle içmek gerekirdi.
Yesrep
kentine (Medine’ye) göçülünce, iki tip Müslüman ortaya çıktı: “Muharcirin” adlı
Mekke kentinden göçmüş Müslümanlar, “Ensar”: Muhacirlere yardım eden
Yesrepliler.
Bunlar
ayrı ayrı Kentlerden, ayrı kabileden, ayrı Kan’dan gelme insanlar oldukları
halde, aralarına kimi Habeş Acem gibi ta uzak ülkelerden gelmiş Yahudi ve
“Müşrik” gibi yabancı inançlardan yeni çıkmış kimseleri de alarak, hep birden
“MÜSLÜMAN KARDEŞLİĞİ” kurdular.”
İnnemel
müslimune ihve” (Hiç kuşku götürmez ki müslümanlar kardeştirler) diyorlardı.
O
zaman insanlığı için bu anlayış ve davranış İhtilallerin en korkuncu ve büyüğü
idi.
Nitekim,
artık lafın para etmediğini görüp, kılıçlı davranışa giren müslümanlığın ilk
büyüklüğü anlamında kalmış birkaç yüz kişilik Bedr gazvesi, Araplar için, o
zamana dek görülmüş, işitilmiş olmayan bir sahne idi: Babalarla oğullar kılıç
kılıca gelmişlerdi.
Genç
Müslümanlar, yaşlı atalarını dize getirmişlerdi.
Onun
için, Lammens, haklı olarak şunu yazar: “İhtimal ki vatandaşları arasında
Muhammed ilkin Din kardeşliğini Kan bağlarından başka bağlar üzerine kurmak
iddiasını gösterdi.”.
Burjuva “bilim iffeti” hep böyle kuşkulu
konuşur.
Ortada
“ihtimal” veya “iddia’‘yok.
Savaşçıl davranış ve kutsal düşünce açıklığı
vardır.
İslamlık, kan bağlarının kılıçla kesilip
atılışıdır.
İslam dininin Türk toplumuna etkisi daha başka türlü olmadı: Müslümanlık, Türk
toplumunda, o zamana dek yaşayan sınıfsız toplum davranış ve düşüncelerini,
sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru değiştirdi.
İlkel
Sosyalizm çağı olarak sosyal sınıfları bulunmayan Türk toplumunun yazılmamış
kuralları: KANKARDEŞLİĞİ ANAYASASI idi.
İslamlıkla
birlikte, o yazılmamış Türk Töresi’nin yerine, sosyal sınıf münasebetlerini
haklı çıkarıp düzenleyen yazılı Doğma’lar, Nas’lar geçti.
Arap
toplumu için de İslamlık: Arapların CAHİLİYET dedikleri yazısız Kankardeşliği
düzenleri yerine, Bezirgan ilişkilerinin en temiz ve en yüceltimli ruhunu
geçiren yazılı Kur’an hükümleri olduydu.
Bu
olayı Tarihte gelişigüzel serpilmiş yığınla ilişkiler ispatlar.
Örneğin
Neşri Tarihi’ne bakalım.
İlk
Müslüman Çanak Han’dır.
Onun
oğlu sayılan Musa Han ölünce, iktidara oğlu değil, amcası sayılan Buğra Han
geçer.
Buğra
Sahiden Musa’nın amcası ise, Çanak Han’ın kardeşi olmalıdır.
Oysa,
Buğra Han, “Harun” adını alır (Müslüman olur) ve babası Süleyman (gene
Müslüman) sayılır.
Bu
Süleyman, Çanak Han’ın da babası olsa, ilk Müslüman o olmalıydı: Çanak Han ilk
Müslümandır.
Bu
durum, açıkça gösteriyor ki, Müslüman olunduktan sonra bile, henüz babadan
oğula miras kalan bir egemenlik kurulamamıştır.
Nitekim,
Buğra’dan sonra gelen Ahmed Han da Çanak Han kadar sülalesiz zıpçıktıdır.
Ahmed’in
babası Ali oğlu Ebun-Nasr olarak anılır.
Ahmed’le
kendinden önceki şefler arasında irsi sülale bağı yoktur.
Belirli şartlar altında, Tarihöncesi “Askeri
demokrasi”lerindeki usullerle iktidara gelmiş kişiler vardır.
“Müvahhid”
sayılan Oğuz’un çağına gidilince, Kan örgütünden başka hiç bir şeyle
karşılanılmaz.
Oğuz
örgütü açıkça: 24 Kan (Han) örgütünü içine almış, üçü Sağcıl (Meymene:
Babahan), üçü solcıl (Meysere: Anahan), ama hepsi eşit 6 kabilenin
Konfederasyonudur.
Oğuz’un
gerçek oğlu imiş gibi gösterilen Gün Han, 4 Kan’lı bir kabilenin sembolüdür.
Kayı
Han: Gene gerçek kişi olmaktan ziyade, Gün kabilesi içindeki 4 Kan’dan
birincisinin sembolüdür.
Zamanla,
Kayı Kan’ı ile birlikte Oğuz Konfederasyonunun Sağ kolu (Meymene) iktidardan
düşer.
Sahneye, Oğuz Konfederasyonunun Sol kanadından
(Meysere’den) Tak (Dağ) ortak sembollü kabilenin Salur Kan’ı çıkar.
Böylece
egemenlik, İslam tarihçilerinin yakıştırma deyimlerine göre kişi Han’ların
değil, Kan olarak ayrı ayrı semboller taşıyan Toplum örgütlerinin elindedir.
Onun
ìçin, Salur Kan’ından sonra: “Bir kişi dahi kral olduk ki, ona Çanak Han
derler” deniliyor.
Bu
Çanak Han, ilk Müslüman olduğu halde, hala Müslüman ad taşımaz, kendisine “Kara
Han” lakabını yakıştırır.
Medeniyet tarihçisi için bu durum içinden çıkılmaz bir karışıklık sayılsa da,
tarih öncesi bilimi için realite şudur: Medeniyet krallarının mutlaklaşmış olan
Şecere ve Hanedan imtiyazı, ilk Türklerde bulunmamaktadır; sonraki Medeniyet
tarihçileri ise, anlaşılır olmak için, ilkel sosyalist şeflere birer Sülale
yakıştırmak zorunda kalmışlardır.
Bu
“karışıklık” (Hanedansızlık) Selçuklulara dek sürüp gider.
Selçukluların
Tarih sahnesine çıkışları, ana çizileriyle, Avrupa’da Cermen “Kral”larının
türeyişlerini andırır.
Din
adamlarının “Hidayet”e eriştirdiği savaşçı Barbar “Askeri Demokrasi” şefı,
yavaş yavaş kutsal Kral, sultan olur.
Selçuk’un
kökü: Oğuz konfederasyonunun Sol kanadındaki 3’üncü Dingiz Kabilesinin KINIK
Kan’ına bağlıdır.
Bu Kan: “Yedinci iklimin kuzey kafir
Türklerinden imana gelüp, reey ve tedbir sahibi ,secaatli ve dilir olurlar.
Ol
taifeden ilk imana gelen budur.
Bunun zamanında Beygurı Türklere padişahtı.”
Bu
padişah Dakak adında birini Türklere karşı savaştırıyordu.
Dakak’ın Selçuk adlı oğlu vardı.
Dakak
ölürken: “Asker işlerini ona (Selçuk’a) bıraktı.
Türk
kralı bunun çok halkından korkup öldürmeye kalktı.
Bu
haber aldı.
Kaçtı”
Ve Müslüman olunca: “Kafir Türklerin ülkelerine gaza” lar yaptı.
Kafir
Türklerle dövüşürken,107 yaşında öldü, Müslüman olduğu için, oğullarına
Semit-Arap adlarını: Arslan, İsrail ve Mikail diye koymuştu.
Bunlar
Hint Kralı Mahmut, sonra Mesut tarafından zaman zaman esir edildiler.
Kurtuldular.
“Mikail
ölünce 2 oğlu kaldı.
Birisi
Ebu Talip Mehmet Tuğrul Bey ve birisi Davud Cafer Bey.
Türklerin
Selçuk kuşağı (Ali’i Selçukiyye) oğlu Ebu Talip Mehmet Tuğrul Bey’e ittiba
ettiler.”
Bunca
altüstlükler oldu.
Dikkat
edelim: Selçuk oğulları, hala, Müslüman etkilerine rağmen, şeflerini “ittiba”
yoluyla iktidara getiriyorlar.
Babadan
oğula miras otomatikliği ile iktidar geçmiyor.
Türk
toplumu, tıpkı Ortaçağın’ın Cermen kabileleri gibi, kan örgütlü bir “Askeri
Demokrasi” durumunu yaşıyorlar.
İçlerinden
Savaş Kumandanı Bey olacak kişiyi, ilk Müslümanlığın “Biyat” dediği oy verme
usulüyle seçiyorlar.
“İttiba
ettiler” in anlamı budur.
İslamlık
dini, bu askeri demokrasinin yerine, Kan teşkilatlarını erite erite, irsi
hükümdarlığı geçirdi.
Selçuklular
Saltanatı (Hicret: 477, miladi:1085) yılından. sonra, (tıpkı Papa’dan Takdis
alan Cermen askeri şefleri gibi), Bağdat’taki İslam medeniyetinin sembolü
Halife’den MENŞUR alarak Sultan kesildiler.
Dört
yüz yıllık ömürleri bitince, yerlerine geçen, bu yol Gün kabilesinin Kayı Kan’ına
bağlı gösterilen Osman Oğulları, Hanlıklarını zamanla Sultan biçimine
çevirerek, aynı İslam metodlarıyla iktidarı tuttular.
Önce
BEY, sonra SULTAN, ve en sonunda HALİFE durumuna geldiler.
İSLAMLIĞIN TÜRK
TOPLUMUNA TOPRAK DÜZENİNİ VERİŞİ
İslam
dininin Türk toplumu üzerindeki etkisi elle tutulurca bir madde özelliği olarak
Toprak düzeni alanında görüldü: Osmanlı Türklerinin Anadolu’ya göçtükleri zaman
basit bir “Askeri Demokrasi” toplum düzenini yaşadıkları, Naima Tarihi’nin
anlattığı “Etvar” dan geçtikleri ortadadır.
İlk
Osmanlı Türkleri, Göçebe oldukları için, sırf Din uğruna Fütuhat yapmak üzere
ülkeler, yerler ele geçiriyorlardı.
Topraklar
ele geçince ne yapılacaktı?
Bunu,
Türk toplumu olarak hemen hemen hiç bilmiyorlardı.
Onlar
için toprak bir otlaktı.
Toprağın
üzerine yerleşilip Tarım üretimi yapmak, apayrı bir iş ve düzendi.
Onu
kendileri değil, “İlmiye” adını alacak olan İslam medeniyetinin yetiştirdiği
din bilginleri bilebilirdi.
Müslüman
bilginler Şeriat (anayasa) ve Fıkıh (Hukuk anlamı) kurallarıyla
düzenleyeceklerdi.
Osmanlı
Türklerine kalsa, tıpkı ilk Cermen Şövalyeleri gibi, bu Türk Alpleri de,
fethettikleri yerleri, hemen silah arkadaşları arasında paylaşıp
geçiverirlerdi.
Örneğin,
“Devletin temellerini kuran” diye anılan Birinci Murat Gazi; Çandarlı Gazi
Halil Hayrettin Paşa’ya bir kalemde: Bursa, Gölpazarı, Kocaeli, İznik, Görele,
Bolu, Mudurnu, Gerede, Sultanönü, Eskişehir, Kütahya, Simav, Lazkiye, Hamid,
Durdur, Sığla, Malatya, Rumeli Vilayeti, Hayrebolu, Paşa sancağı, Serez,
Ustrova gibi Sancak ve kazalarda bulunan 38 köyü birden, bütün “Şer’i ürünleri
ve tüm örfi gelirlerile, her bakımdan serbest olmak üzere temlik ve ihsan
kılınıp… isterse satup, dilerse bağışlayıp” tasarruf etmesi için vermişti.
Cermen
Barbarlarının içine eski Roma Hukukunu kutsal din kuralları biçiminde sokan,
Hristiyan kilisesi olmuştu.
Osmanlı
Türkleri içine de, eski Müslüman hukukunu sokanlar: “İlmiye sınıfı” denilen din
bilginleri oldu.
Tarihin bütünü içinde incelenince açık seçik
görülür ki, hiçbir Medeniyet ötekisine yeni bir gelişim basamağı aktarmadan
geçmemiştir.
İslam
toprak hukuku, sistem olarak, kendisinden bir önceki halka olarak gelip geçmiş
Roma toprak hukukunu az çok netleştirip geliştirmekle doğdu.
Yalnız,
Roma hukuku deyince, onu ilk gününden sonuna dek aynı kalmış mutlak bir
formüller sistemi sanmamalı.
Roma
hukukunun son derleyicisi Bizans oldu.
Bizans ise, elbet Batı Roma tecrübelerini,
ikide bir uğradığı “Barbar aşıları altında kalıplaştırdı.
Bu
bakımdan Bizans hukuk kırk ambarı, sık sık Barbar eğilimlerinin inbiğinden
geçti.
İslam
toprak hukuku, doğrudan doğruya Bizans hukukundan ilham alırken, İslamlığın
içinden çıktığı Kent eğilimlerine göre ayarladı.
Hicretin
ikinci yüzyılı, İslamlık, Roma hukukunu özel terimlerine dek İslam hukukuna
aktardı.
Ama
bu aktarışta, Arap kentlerinin doktriner ruhu egemenliğini hiçbir zaman
yitirmedi.
Osmanlı
Türkleri, toprak ekonomisi kurallarını, İslam inbiğinden geçmiş olarak
benimsediler.
İslam
hukuku başlıca 6 kaynak tanıdı:
1-
Kur’an: en başta ve en tartışmasız kesin kuraldı.
2- Sünnet: Muhammed’in davranışı, işlemi,
sözü, susuşu olarak yüzde yüz Arap Kentinin ruhunu taşıyordu.
3-
Medine gelenek-göreneği: Kendiliğinden Arap Kentini kriteryum sayıyordu.
4-
Hadis: Muhammed’den rivayetlerdi.
Fakat
uydurmayı önlemek için, hemen arkasından:
5-
İstılah’ı getiriyordu.
Hadis
Kamu yararına zıtsa, bu yoldan düzeltilebilir.
6-
İcma: Medine doktorlarının bir konuda oybirliği dir.
Bu
altı kat süzgeçten geçmiş dünyanın bütün kurallarında, artık ne Bizanslık, ne
Romalık kalamazdı.
Ancak
hayatın canlılığı kendini dayatabilirdi.
İslam toplumunda Roma toplumunun benzeri
ilişkiler varsa, onlar Arap Kentlerinin insan düşüncesinde işlenerek
geliştirilirdi.
Altı
hukuk kaynağı dışında, sağ duyuya dayanan geniş RE’y, KIYAS (analoji) ve
İSTİHSAN (düzeltme, iyileştirme, güzelleştirme) mekanizması da işletiliyordu.
Íçtihad, ilk İslamlıkta kapanmayan bir
kapıydı.
Yukarıki
hukuk kaynakları, geniş İslam toplumlarının eğilimlerine göre
değerlendirildiler.
Bu
değerlendirmelere MEZHEP (tutulacak yol) denildi.
Mezhep
kurucularından Malik: Medine doktorlarının oybirliği dışında hüküm tanımıyordu.
O
çölden çıkamamıştı.
Hanbeli:
Malikiden de katı, dar kaldı.
Hadisten
aşağı hukuk kaynağı bilmedi.
Şafii:
İslam doktorlarının her zaman İCMA yapabileceklerine inanıyordu.
Ama Re’y, İstahsan ve istislah kabul
etmiyordu.
Türk
toplumu, Selçuklularla birlikte hanefıliği tuttu.
Kendisi
Acem olan Ebu Hanife Türk’ün eğilimine uygun düştü.
Ebu
Hanife’ye göre: “Metin malum olduğundan, falan durumda kıyas, filan şeyi
gösterir; ama ben çevre şartları dolayısı ile, feşmekan tarzda davranmayı öneririm.
(AHSEN:
güzel sayırım)” denebiliyordu.
Medeniyete
daha yeni giren canlı bir toplum için, bu daha kıvrak mezhep yatkın geldi.
“Seçim” böyle oldu.
Her
ulus kendince bir Mezhep seçiyordu.
Osmanlılar,
Selçuk Uleması ile yola çıktılar.
Bütün o zamana dek gelmiş geçmiş Medeniyet
kurallarını, Bizans’ın çevre şartları ortasında işlediler.
Toprak
mülkiyetini henüz pek ciddiye almadıkları için, fethettikleri yerleri
beğendikleri yoldaşlarına peşkeş çekiveren Türk alplerini, İslam bilginleri
çekip çevirdiler.
Ortaya,
Osmanlı damgasını yemiş ezeli GANİMET ve TOPRAK kanunları çıktı.
Türk
toplumunun SAVAŞ anlayışı, İlk Müslüman Arap toplumunun CİHAD anlayışı gibi,
“ASKERİ DEMOKRASİ” kurallarına uydu.
CİHAD:
Dine davet edildikleri halde bunu reddetmiş bulunan KAFİR’lere karşı açılan
GAZA’dır.
SAVAŞ
(CİHAD): Hür, sağlam ve hali vakti yerinde olan her Müslüman için farzdır.
Cihad’la
elde edilen şeyler, Toprak olursa, ya Fatihler arasında paylaşılır:
Karşılığında yalnız öşür alınır; yahut eski ahalisine bırakılır: Onlardan
toprak başına Haraç, Kişi başına Cizye (baş vergisi) alınır.
Birinci
usul ANVETEN (zorla) zaptedilmiş topraklara, ikincisi çok defa SULHEN (barışla
ele geçirilmiş topraklara uygulanır.
Toprakların
MÜLKİYETİ; İlk Kent usulünce tanrı’nın olur, TASARRUF’u, (kullanılıp
yararlanılışı) üzerinde çalışanlara düşer.
Topraktan
başka Cihad’la ele geçen mallar, ya FEY (Cizye, Haraç, mürted kişinin varı,
mirasçısız ölen gayrı müslimin malı) olur.
NEFİL
(Ganimetler üleşilmeden önce kimi şartlarla savaşçıya bırakılmış nesneler),
yahutta GANİMET olur.
Ganimetin
(ilk Müslümanlıkta hepsi), sonradan beşte biri “Müslümanların mal evi”ne
ayrılır.
Bu
ayrılanlardan yararlananlar: Allah ve Peygamberden sonra, YETİM – ZÜĞÜRT –
YOLCU insanlardır.
Allah
gökte, peygamber ölmüş bulunduğu zaman, Ganimet ne olur?
Malik:
İmam’ın (Hükümdarın) emrine kayırır.
Ebu
Hanife, daha demokratça malı Yetim – Züğürt – Yolculara düşürür.
Ganimetin
beşte dördü Gazilere üleştirilir: Maliki, Şafii atlıya 3, yayana 1 pay verir.
Hanefi,
daha demokratça, atlıya 2, yayana 1 pay verir.
İşte
Antika Medeniyetlerin üretim ve üleşim gibi bütün ekonomi temel ilişkilerini
düzenleyen yukarı ki kurallar, “İslam dininin Türk toplumuna etkisi” biçiminde
kutsallaşarak, hemen hemen oldukları gibi uygulanırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder